Davranış en eski ve en yaygın canlı yaşantılarından biridir.
Bun karşılık davranışın bilimsel bir konu olarak ele alınması ve incelenmesi
ancak son birkaç yüzyılda gerçekleşebilmiştir. İlk insanlardan bu yana tüm
insanlar her dönemde kendilerini ve içinde yaşadıkları çevreyi anlamya,
açıklamaya çalışmışlardır. Kendileri ve çevreleriyle ilgili olaylara kimi zaman
şaşırmışlar kimi zaman onlardan korkmuşlar, kimi zaman da rüya gibi yaşantılara
hayranlık duymuşlardır.
İlkel insanlar, doğayla iç içe yaşamda ve doğaya karşı
verdikleri ölüm kalımsavaşında karşılaştıkları olayları metafizik bir bakış
açısıyla değerlendirmeye ve yorumlamaya çalışmışlardır. Bunun nedenleri
arasında doğayla kurulan ilişki azlığı, bilgi ve kavram eksikliği, genellemeye
gitme yetersizliği sayılabilir.
İlkel insanların kendilerini açıklamaya çalıştıkları
kuramların ilki, insanın içinde insan olduğudur. Bu insanın bedeni içinde yer alan, uykudayken
bedenden ayrılabilen ve dolaşabilen bir varlıktır. Bir başka deyişle ruhtur.
Ruhların varlığına inanılan ve animizm adı verilen bu düşünce biçimi, somut
yaşantılar temelinde geliştirilmiştir.
Doğadaki çeşitli olaylar ve insanların davranışları doğaüstü güçlere
bağlanmıştır. Bu görüşe göre, ruh beden ayrılan bir varlık olarak değil,
bedenin bir parçası olarak görülmüştür.
Eski yunan filozoflarından Plato insanın niteliği nedir
sorusuyla aşırı düzeyde ilgilenmiş ve doğaüstü güçleri varlığına ek olarak
bedende yer alan bağımsız bir ruh olduğu öne sürülmüştür. Buna göre insan,
beden ve ruh olarak ikiye ayrılmaktaydı.(dualizm) Beden ve ruhun nasıl bir
araya gelip insanı oluşturduğu, nasıl birlikte işlev gördüğü konuları ancak
dinsel olarak açıklanabilmekteydi. Ruh beyince yerleşmişti, insan davranışları
bedeni denetleyen bu ruhun niceliksel ve niteliksel yönleriyle ilgiliydi.
Orta çağda davranışla ilgili olarak önemli bilimsel
gelişmeler olmamıştr. Sonraki yıllarda Descartes insan davranışlarını bedenin
uyaranlara verdiği yanıtlar olarak ele almıştır. Descartes’e göre insan aklı
gerçeğe ancak kuşku aracılığıyla ulaşabilir. Gerçeğe ulaşmada önemli olan
algılama değil, akıldır. Descartes, görüşleriyle neden-sonuç ilişkisinin
temellerini atmıştır.
Davranışların anlaşılması ve açıklanması konusunda 18.
yüzyıla kadar Galen’in görüşleri geçerliydi. .galen’e göre, sinir sisteminden
salgılanan sıvılar ilgili organlara gönderilir ve bunlara yanıt olarak davranış
ortaya çıkıyordu.
18. yüzyılda beynin anatomisiyle ilgili çalışmalardan elde
edilen bilgiler biyolojiye ve psikolojiye merkez kavramını soktu. Merkez
kavramı belirli bir işlevle, davranışla ilgili beyin bölgelerini
göstermekteydi. Her işlevin, her davranışın beyinde bir merkezinin olduğu
görüşüyle, beyinde yüzlerce merkez olduğu ve bunların saptandığı öne
sürülmüştü. Bu yöndeki görüşler daha sonra bütüncü görüşe yönelmiştir.
19. yüzyılda davranışların incelenmesinin salt gözleme
dayanmasının yeterli olmayacağı, davranışların deneylerle incelenmesinin
gerekli olduğu öne sürülmüştür. Beynin bazı bölgelerinin çıkarılmasıyla ya da
elektriksel uyarı verilmesiyle elde edilen yanıtlar beyin ve daha genel olarak
beynin yapıları hakkında daha fazla
bilgi sahibi olmamızı sağlamıştır Bu dönemdeki en önemli görüşlerden biri
Darvin’in Evrim görüşüdür. Evrim davranışların belirli bir amaca yönelme
özelliğinden sorumlu güçtür, davranışın nasıl düzenlendiğini anlamamıza yardım
eder. Darvin 1859 yılında yayımlanan Türlerin Kökeni adlı kitabında evrim
sürecini destekleyen kanıtlar sunmuştur. Buna göre bir tür kendisiyle ilişkili
türlere göre sürekli değişme ve gelişme göstermektedir. Türlerin genetik ve
biyokimyasal özellikleri arasında benzerlikler vardır. Günümüzde moleküler
genetik, kalıtsal bilgilerin kimyasal bir kodlama olan Dna molekülünde
kodlandığını göstermiştir.
20. yüzyılda davranışların incelenmesi ve anlaşılmasıyla
ilgili önemli gelişmeler olmuştur. Wundt, fizyolojik psikolojinin temellerini
atara gelişmesine katkıda bulunmuştur. İbu üzyılda Thurndike ve Watson ögrenme
kuramına dayanarak davranışçı görüşün temellerini oluşturmuştur. Freud ise,
insan davranışlarının ruhsal temelinde haz ve gerçektlik ilkelerinin yattığını
öne sürmüştür.
Günümüzde bilimsel ve teknolojik gelişmeler davranışın
temelinde yatan etkenleri hücre, hücre organelleri ve moleküler düzeyde
incelemeye olanak sağlamıştır.
Davranışın anlaşılması ve açıklanmasıyla ilgili bir başka
görüş ise monizm’dir. Bu görüşe göre, beynin ve bedenin çalışma biçimi tam
olarak anlaşıldığında, davranışların altında yatan fizyolojik temeller de
anlaşılacaktır. Dış dünyanın insan üzerindeki etkilerinin anlaşılması da
davranışlar hakkındaki bilgilerimizin artmasına yardımcı olacaktır. Bunların
hepsi bir bütün oluşturmaktadır. Ayrı ayrı değil, birlikte ele alınıp
incelenmelidir. Buna göre ruh beynin işlevidir. Bu aşamada beynin davranışların
yaratıcısı mı, davranışların ortaya çıkmasında bir aracı mı yoksa önceden
belirlenmiş bir yapı mı olduğu sorularının yanıtlarını tam olarak vermek olası
değildir. Bu soruların yanıtlarını vermeye çalışırken Spinoza’nın tanımladığı
nedensellik (determinizm) ilkesi dikkate alınmalıdır. Bu ilke hiçbir davranışın
nedensiz, tesadüfi olmadığını ya da her davranışın mutlaka bir nedeni olduğunu
gösterir.
İnsan davranışlarıyla ilgili olarak kabul gören görüşe göre
insan davranışları genetik olarak belirlenmiş yönleriyle, insanın bireysel
özelliklerinin karışımı olarak düşünülür. Günümüzde dualistik görüşü savunanlar
olsa da, yukarıdaki biçimde anlatıma kavuşturulan bütüncül yaklaşım geçerlidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder