20 Mayıs 2014 Salı

Davranış Nedir?

Davranış en eski ve en yaygın canlı yaşantılarından biridir. Bun karşılık davranışın bilimsel bir konu olarak ele alınması ve incelenmesi ancak son birkaç yüzyılda gerçekleşebilmiştir. İlk insanlardan bu yana tüm insanlar her dönemde kendilerini ve içinde yaşadıkları çevreyi anlamya, açıklamaya çalışmışlardır. Kendileri ve çevreleriyle ilgili olaylara kimi zaman şaşırmışlar kimi zaman onlardan korkmuşlar, kimi zaman da rüya gibi yaşantılara hayranlık duymuşlardır.

İlkel insanlar, doğayla iç içe yaşamda ve doğaya karşı verdikleri ölüm kalımsavaşında karşılaştıkları olayları metafizik bir bakış açısıyla değerlendirmeye ve yorumlamaya çalışmışlardır. Bunun nedenleri arasında doğayla kurulan ilişki azlığı, bilgi ve kavram eksikliği, genellemeye gitme yetersizliği sayılabilir.

İlkel insanların kendilerini açıklamaya çalıştıkları kuramların ilki, insanın içinde insan olduğudur.  Bu insanın bedeni içinde yer alan, uykudayken bedenden ayrılabilen ve dolaşabilen bir varlıktır. Bir başka deyişle ruhtur. Ruhların varlığına inanılan ve animizm adı verilen bu düşünce biçimi, somut yaşantılar temelinde geliştirilmiştir.  Doğadaki çeşitli olaylar ve insanların davranışları doğaüstü güçlere bağlanmıştır. Bu görüşe göre, ruh beden ayrılan bir varlık olarak değil, bedenin bir parçası olarak görülmüştür.

Eski yunan filozoflarından Plato insanın niteliği nedir sorusuyla aşırı düzeyde ilgilenmiş ve doğaüstü güçleri varlığına ek olarak bedende yer alan bağımsız bir ruh olduğu öne sürülmüştür. Buna göre insan, beden ve ruh olarak ikiye ayrılmaktaydı.(dualizm) Beden ve ruhun nasıl bir araya gelip insanı oluşturduğu, nasıl birlikte işlev gördüğü konuları ancak dinsel olarak açıklanabilmekteydi. Ruh beyince yerleşmişti, insan davranışları bedeni denetleyen bu ruhun niceliksel ve niteliksel yönleriyle ilgiliydi.

Orta çağda davranışla ilgili olarak önemli bilimsel gelişmeler olmamıştr. Sonraki yıllarda Descartes insan davranışlarını bedenin uyaranlara verdiği yanıtlar olarak ele almıştır. Descartes’e göre insan aklı gerçeğe ancak kuşku aracılığıyla ulaşabilir. Gerçeğe ulaşmada önemli olan algılama değil, akıldır. Descartes, görüşleriyle neden-sonuç ilişkisinin temellerini atmıştır.

Davranışların anlaşılması ve açıklanması konusunda 18. yüzyıla kadar Galen’in görüşleri geçerliydi. .galen’e göre, sinir sisteminden salgılanan sıvılar ilgili organlara gönderilir ve bunlara yanıt olarak davranış ortaya çıkıyordu.

18. yüzyılda beynin anatomisiyle ilgili çalışmalardan elde edilen bilgiler biyolojiye ve psikolojiye merkez kavramını soktu. Merkez kavramı belirli bir işlevle, davranışla ilgili beyin bölgelerini göstermekteydi. Her işlevin, her davranışın beyinde bir merkezinin olduğu görüşüyle, beyinde yüzlerce merkez olduğu ve bunların saptandığı öne sürülmüştü. Bu yöndeki görüşler daha sonra bütüncü görüşe yönelmiştir.

19. yüzyılda davranışların incelenmesinin salt gözleme dayanmasının yeterli olmayacağı, davranışların deneylerle incelenmesinin gerekli olduğu öne sürülmüştür. Beynin bazı bölgelerinin çıkarılmasıyla ya da elektriksel uyarı verilmesiyle elde edilen yanıtlar beyin ve daha genel olarak beynin  yapıları hakkında daha fazla bilgi sahibi olmamızı sağlamıştır Bu dönemdeki en önemli görüşlerden biri Darvin’in Evrim görüşüdür. Evrim davranışların belirli bir amaca yönelme özelliğinden sorumlu güçtür, davranışın nasıl düzenlendiğini anlamamıza yardım eder. Darvin 1859 yılında yayımlanan Türlerin Kökeni adlı kitabında evrim sürecini destekleyen kanıtlar sunmuştur. Buna göre bir tür kendisiyle ilişkili türlere göre sürekli değişme ve gelişme göstermektedir. Türlerin genetik ve biyokimyasal özellikleri arasında benzerlikler vardır. Günümüzde moleküler genetik, kalıtsal bilgilerin kimyasal bir kodlama olan Dna molekülünde kodlandığını göstermiştir.

20. yüzyılda davranışların incelenmesi ve anlaşılmasıyla ilgili önemli gelişmeler olmuştur. Wundt, fizyolojik psikolojinin temellerini atara gelişmesine katkıda bulunmuştur. İbu üzyılda Thurndike ve Watson ögrenme kuramına dayanarak davranışçı görüşün temellerini oluşturmuştur. Freud ise, insan davranışlarının ruhsal temelinde haz ve gerçektlik ilkelerinin yattığını öne sürmüştür.

Günümüzde bilimsel ve teknolojik gelişmeler davranışın temelinde yatan etkenleri hücre, hücre organelleri ve moleküler düzeyde incelemeye olanak sağlamıştır.

Davranışın anlaşılması ve açıklanmasıyla ilgili bir başka görüş ise monizm’dir. Bu görüşe göre, beynin ve bedenin çalışma biçimi tam olarak anlaşıldığında, davranışların altında yatan fizyolojik temeller de anlaşılacaktır. Dış dünyanın insan üzerindeki etkilerinin anlaşılması da davranışlar hakkındaki bilgilerimizin artmasına yardımcı olacaktır. Bunların hepsi bir bütün oluşturmaktadır. Ayrı ayrı değil, birlikte ele alınıp incelenmelidir. Buna göre ruh beynin işlevidir. Bu aşamada beynin davranışların yaratıcısı mı, davranışların ortaya çıkmasında bir aracı mı yoksa önceden belirlenmiş bir yapı mı olduğu sorularının yanıtlarını tam olarak vermek olası değildir. Bu soruların yanıtlarını vermeye çalışırken Spinoza’nın tanımladığı nedensellik (determinizm) ilkesi dikkate alınmalıdır. Bu ilke hiçbir davranışın nedensiz, tesadüfi olmadığını ya da her davranışın mutlaka bir nedeni olduğunu gösterir.


İnsan davranışlarıyla ilgili olarak kabul gören görüşe göre insan davranışları genetik olarak belirlenmiş yönleriyle, insanın bireysel özelliklerinin karışımı olarak düşünülür. Günümüzde dualistik görüşü savunanlar olsa da, yukarıdaki biçimde anlatıma kavuşturulan bütüncül yaklaşım geçerlidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder